Reklam
  • Reklam
Cihat kavramı ve özellikleri üzerine
Dr.Haktan Birsel

Dr.Haktan Birsel

Cihat kavramı ve özellikleri üzerine

16 Aralık 2017 - 16:53

Cihat kavramı üzerinden İslam dünyasının sorunlarını tanımlamak uygun değildir. Ama kökenlerinde neler olduğunu basit şekilde izah etmeye çalışmak mümkündür. Özellikle Soğuk Savaş dönemi sonrasında asimetrik bir savaş ortamında belirgin olmayan daha doğrusu sadece dene ve gör mantığı ile ortaya konulan Batı stratejilerinin İslam dünyasının radikalleşmesinde suçları büyüktür. Özellikle SSCB’nin Afganistan’ı işgal etmesinin ardından Yeşil Kuşak projesi altında ünlü Batılı stratejist Brezezinski’nin Afganistan’da silah baronları yaratması, Suudi gizli servisi ve CİA eşgüdümünde Bin Laden’in (El Kaide lideri) ve El Zerkavi’nin (İŞİD lideri) buraya mücadeleye liderlik etmek üzere getirilmesi gibi sonrası düşünülmemiş adımların etkisi çok büyüktür. 1990 sonrasında bu gruplar kendilerine çok büyük bir hareket alanı yakalamışlardır. Ama özellikle 11 Eylül sonrasında ABD ve Batı destekli Afganistan harekâtında orantısız güç kullanılması ve teröristle masum insanların birbirine karıştırılması, mücadelede titiz davranılmaması, mücadeleye iştirak eden sivil asker bürokrat grupların Doğu kültürel tabanında yatan özelliklerden bihaber olması gibi sebeplerin sonucunda Batı ile Doğu arasında bir daha kapanmayacak bir nefret uçurumu oluşmuştur. Bu da İkinci Dünya Savaşının ardından kendisine zemin bulan sert cihatçı öğretilerin taraftarlar bulmasına ve İslamiyet’in ruhunda yatan iyi bir toplum algısının dışına taşmasına imkan vermiştir.

Cihat için sert bir retorik bakış açısına sahip ve kavramı radikalleştirerek inançsızlara, sadık olmayanlara ve ikiyüzlü olarak tanımladıklarına yönelen ve hedefe oturtan saldırgan bir oluşum denilebilir mi? Evet çünkü 1800’ün hemen başında Suud kabilesinden içinden çıkan Vahabi akımı, kontrolsüz gelişen ve inançla alakası olmayan Salafistler ve Müslüman Kardeşler, Hizbullah gibi İsrail karşıtlığı ile ilerleyen ama birbirlerine karşı düşmanlaşan bir cihat hareketi içinde İslam dünyası kıvranıyor. Bunların haricinde de kökenleri farklı etnik gruplara dahil olan ama kendilerini Müslüman olarak tanımlayan çok sayıda küçük gruplara da daha acımasız bir eylemler serisi yürütülüyor (Nabil Mulin, Genes du Djihadisme).

Ancak bir gerçek var ki cihat, cihadizm adı altında küresel bir ideolojiye dönüşmüş durumda. İşin ilginç tarafı 1990 sonrasında başlayan yeni dünya düzeni içinde boşlukta kalan başta Suudiler ve İran olmak üzere Müslümanların bir grubu için bu durum yeni bir amaç ve çıkış noktası teşkil etti. Çok uzun bir dönem önce Halifelik yapısı içinde ve onun koruması altında yaşayan Müslümanlar için artık cihat ideolojisi daha güçlü, değişken ve hareketli geliyor ve cazip oluyor gibi değerlendirme yapılıyor artık.

Cihat algısının güçlenmesi taraftarı olan bazı önemli Müslüman din adamları savunmalarını ve teşviklerini şöyle yapıyor. “Dünyayı fethetmeden önce onun selamını ve saygısını kazanmak lazımdır. Bunun için de cihadizmin ideolojik yapısını geliştirmek, esaslarını yeniden belirlemek ve sınırlarını çizmek gerekli. Sen Denis’den Karaçi’ye kadar”.

Biraz daha kökenlere indiğimizde İslam dünyası içinde önemli olan cihadizmim büyülü yapısının Büyük Savaş sonrasında bozulmaya başladığını söylemek yanlış olmayacaktır. Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasının ardından Atatürk önderliğinde büyük bir mücadele veren Türkler halifelik makamını tarihe gömerek yüzü Batıya dönük yeni bir Müslüman devlet kurmuşlardır. Öyle ki doğu ile batı arasında yeni bir algı yaratmış ve radikal İslam dünyasının sosyal yapısını karışıklığa itmiştir. Bu aslında ilk defa Müslüman dünyası içinde varoluş krizi yaratmıştır. Hareketsiz, kaderci ve statik bir yaşam döngüsü algısına sahip olan Müslüman dünyasında çalkantılar başlatmıştır. Bazı ulema grupları radikal bir şekilde yeni algının karşısında dururken, dünyanın değişen yüzüne uyum sağlamayı hedefleyen gelenekçilikten uzak bir kısım ulemanın karşıt düşünceleri ile da fikir birliği oluşmasına neden olmuştur (Akram Belkai, Djihadisme sous la loup).

İki savaş arası dönemde bu alanda çok fikir ortaya atılmıştır. Bunların içinde en öne çıkanı Müslüman Kardeşler olmuş denilebilir. Bu akım ilk defa 1928 yılında Mısır’da ortaya çıkmıştır. Kurucusu Hasan El Banna’dır. Ona göre, İslam en üst seviyede emir verendir. Bütün Müslümanların hayatlarına hakimdir. Zira İslam; kesin ve tapınma, vatan ve milliyet, din ve devlet, İnanç ve eylem, Kuran ve kılıçtır. Bu açıdan bakıldığında İslam öğretilerin yeniden yorumlanarak yeni bir teorik merkezli strateji oluşturulduğu anlaşılmaktadır. Bu noktadan hareket edildiğinde devletin şeriata dayanması gerekliliği söz konusudur. Şeriat güçlendirilmeli, bütün toplumu sarmalamalı ve onun tek vücut olması sağlanmalıdır. Bunun içinde Batı mantığı ile çizilmiş sınırlar ortadan kaldırılmalı ve ardından da Halifelik yeniden ilan edilmelidir.

Ancak Müslüman Kardeşlerin kutsal lideri Banna hiçbir döneminde zihninde tahayyül ettiği büyük İslam devletinin temel esaslarını ortaya koymamıştır. Aslında kimse de koyamamıştır. Sorun da burada yatmaktadır. Genellikle sert ve coşkulu sloganlar ve birbiriyle çelişen düşüncelerin ortaya atılmasıyla geçiştirilmiş gibidir. Banna tarafından oluşturulmaya çalışılan bu yola bir ideoloji demek doğru mudur bilemiyorum. Bence değildir. Çünkü oluşturulan düşünceler çelişkili, tutarsız, güdümlü, geleceğe dönük olmaktan uzak, otoriter olmuştur.

Bunların içinde en çok dikkat çeken şeriatı dışlayan ve düşünce özgürlüğüne müsaade eden demokrasi ilkeleridir. Çünkü özgürlükler, dini ve politik düşüncelerin ayrılmasını ve her konunun tartışılmasını, taraftarlar bulmasını sağlayan çoğulcu demokratik yaşamdır. El Banna da öğretilerini bu tezatlığa dayandırmıştır. Bu düşünceleri tehlikeli bulması nedeniyle içi boş bir söylem ile şeriat mantığını öne sürmektedir. Ancak nasıl bir yol öngörülüyor sorusunun cevabı yoktur ya da verilen cevaplar kafa karıştırıcı ve tehdit içerikli sloganlardan oluşmaktadır. Ama aklındaki yeni İslami dünya düzeninin sadece Müslüman Kardeşler ile gerçekleşeceğini sürekli vurgulamıştır. Ancak ateşli taraftarları sayesinde Mısır’da güçlü bir taban yaratabilmiş ve bütün Arap Dünyasına bunu yayabilmiştir (Bekir El Hudri, Qui sont les rebelles).

Buna rağmen gizli bir amaç olarak karşıt düşünceleri parçalayarak yok etmek, Allah’ın sözleri ile yeni bir yapı oluşturmak ve bu sayede Allah’ın büyük lütfuna ulaşmak ideallerini gerçekleştirememiştir. Esas olarak onun etkisine karşı Mısır’da 1940’ların başından itibaren tepkiler askeri yapı ile gecikmeden gelmiştir. Bu da onların baskılanmasına neden olmuştur. Ama esas problem sahası Mısır’ın toplumsal bütünlüğüne olan olumsuz etkisidir. Baskılar sonucunda elde ettikleri şeriat tabanlı kazanımlar önemli derecede zarar görmüştür.

Müslüman Kardeşler olgusuna savaş açmış olan Başkan Cemal Abdel Nasır’ın hapse attıkları kişilerin içinde ismi öne çıkan bir kişi vardır. Sayyed Qotb.  Cezaevinde yaydığı düşünceler ve sert söylemler ile öne çıkmıştır ki ilerleyen dönemlerde onun yaydığı düşünceler ve bu düşüncelerin pratiğe dönüşmesi Arap-Müslüman dünyasında ciddi etkiler bırakacaktır. Ona göre gerçek inananlar artık azınlık haline gelmiştir. Yok olmamaları için dinen ve fiziken dinsiz toplumdan ayrılmalıdırlar. Bu yüzden yeni ve sert bir öğreti getirilmeli ve dinsizler dünyasına bir cihat başlatılmalıdır. Hindo-Pakistan kökenli bir dini lider olan Abdul Ebu Mavidudi’den esinlendiği düşüncelerini geliştirerek yaymaya başlamıştır (Hicram Akudi, Printemps Arabe).

Buna göre Batıda materyalizme ve özgürlüğe inanların hepsi zorla da olsa İslam devlet kurallarının boyunduruğuna girecektir. Bu düşünceler de günümüzde cihat anlayışının ana kaidesini oluşturmaktadır. Bütün İslam coğrafyasında El Banna’nın ve Sayyed Qotb’un düşünceleri oldukça etkili olarak kendisine bir taraftar toplamayı başarmıştır. Ama 1960’dan sonra önlerine güçlü bir engel çıkmıştır.

Esas olarak bu öğretilerin yazarları inanç sisteminin nüvesine sahip olanlar değil, tam aksine militan zihniyete sahip kişilerdi. Bu da uyumlu tepkisel çizgide yeni bir anlayışın temsilcilerinin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Buna İslami Militaristler denildi. 1960-1970 yılları arasında çok sayıda büyük küçük cihatçı organizasyonlar bu öğretileri güçlendirmek için militarist çaba harcadılar.

Bunların temel aldıkları tek bir kaynak vardı. İbn-Taymiya (1263-1328)’nın öğrencisi olan İbn Kayyim El Javziyya’nın yaydığı düşüncelerdi. Şöyle bir gelişim gösterdi. 1979’da Sovyetlerin Afganistan işgali başladı. Bu işgal açık bir şekilde cihat düşüncesinin militan temellerinin yerleşmesine sebep oldu. Suudilerin petro-dolarları sayesinde Vahabizm’in yükselişine imkân verdi. Bütün İslam dünyasına yayıldı. Bu düşünceler İslam için yeni bir yol olarak lanse edilmeye başladı.

18. Yüzyılın ortalarında Arap Yarımadasındaki dört akımdan birisi olan Hambaliliğin sadece yeniden doğan bir şekliydi Vahabilik. Kurucusu ve yayıcısı 1703-1792 yılları arasında yaşamış Muhammed İbn Abdel Vahap idi. Hz. Muhammed’in öğretilerinin yayılması konusunda bir adım bile gerilemeyen bir inanç insanıydı. Zaten gücünü Peygamberimizin soyundan geldiği iddialarından almıştı. Atalarının inançlarının peşindeydi. “El Salah, El Salih” ya da Salafizm.  Ama onlara sadece bu yeterli gelmedi. Devlet haline gelmeleri gerekiyordu ve başardılar. El Vahap’ın öğretileri güçle birleşti ve süratli bir şekilde gelişti. Hedeflerinin dinde saflığı yakalamak olduğunu söylediler. Buna El Tevhid ismi verildiğinde çok sayıda cihatçı grup bunu kendilerine çıkış noktası yaptılar. Bu aslında tekelcilikti. Oluşması için de tek bir şart gerekliydi. Gelenekçilik konusunda titiz olmak ve de Hambeli doktrinine uyumlu kalmak.

Ama işler böyle yürümedi. Toplumun büyük bir kısmından itirazlar geldi. Toplumda bu öğretilerin sapkın olduğu inancı yükseldi ve bu inanç içinde yürümek istemeyen büyük bir kitle oluştu. Onlar da puta tapmak ile özdeşleştirdikleri Sufizm kollarına saldırdılar. Onlara karşı çıkan devletler inançsız görülerek savaş açıldı. Onlara göre tek Tanrılı bir inanç için sadece kendi öğretileri eksiksiz yerine getirilmeliydi. Bunun için Vahabiler bir tür Piskopoz gibi bağnaz öğütlerle dolu faaliyetlere giriştiler, kendilerine değişik çıkar hedefleri oluşturdular. Yeniden yorumladıkları öğretilerden yeni bir şeriat yapısı ortaya çıkardılar. İlerlemeye devam ederek kendilerince doğrunun ve yanlışın açıkça çizilebildiği sınırlar oluşturmaya çalıştılar.

Bu kapsamda ortaya “Al valava, Al Bara” (gerçekler ve bozulmalar) prensiplerini attılar. Bu prensipler kısaca öğretilerine inanan topluma saygı ve bağlılık gösterilmesi olarak tanımladılar. Ancak teorik olarak karşılıklı görüşme ve inandırmaya dayandırılması gerekirken, bu yapı çatışma ve savaş getirdi. Onlar açık bir şekilde bütün dünyadaki Müslümanlara, dinsizlerin topraklarında yaşayanların geri dönmesi çağrısında bulundular. Amaç büyük cihat öncesinde güç toplamaktı.

Dolayısıyla uzun bir süreçte kendilerince geliştirdikleri bu yapı proje olarak El Banna’ya, kılavuzluk Qotb’a ve yol ise Vahabilere aitti. Afganistan işgalinde Sovyetler başarısızlığa uğradığında Vahabiler bir anda oluşturdukları disiplinin çok başarılı olduğuna inandılar ve bu yolda ilerlediklerinde İslamiyet’i altın çağına ulaştırabileceklerini zannettiler. Ama işler bu şekilde yürümedi. Abu Omar El Bağdadi İŞİD ile 2007’den sonra medyanın her çeşidinde boy göstermeye başladı. Bu mevcut yapının değişerek anti şiiciliğe kaydığını göstermekteydi. Onların hedeflerinde artık Irak, Suriye ve Suudiler vardı. Ayrıca Bağdadiciler mesih vurguları yapan yeni metinler hazırlamaktaydılar.

1990 yılında yeni bir dönem başlamıştı ve onlar da kendilerine yeni stratejiler geliştirdiler. Ama bu kontrolsüz bir eylemdi ve kendi aralarında rekabeti ve çatışmayı doğurdu. Bu oluşumların en başında da El Kaide vardı. Onun ideolojisi tek bir öğretiye dayanmaktaydı. “İçerde ve dışarda daima saldırgan ol ve korku saç”. Onlara göre dünyanın her tarafında yaşayan Müslümanlar tehlike anında gereken yere her türlü yardımı yapmak zorundaydı. Bu sert yapı açık bir şekilde küresel cihadı işaret etmekteydi. Mücadele edecekleri güçler ise Batılılar ve onlarla beraber hareket eden Arap ve Müslüman ülkeler oldu. Nihai hedefleri ise yönetimlerin yıkılarak yerine halifenin getirilmesi olarak belirlenmişti.

Bu mücadelenin ilk çatışma alanı da Afganistan oldu. Açık bir şekilde destanlar yazmak için ideal bir yer! Onlara göre bu topraklar El Kaide’nin destan yazacağı topraklar haline gelecekti. İlk adım 1998’de atıldı. El Kaide’nin lideri Usame Bin Ladin, Taliban’ın lideri Ömer Şerif ile işbirliğine girdi. Sonra da dünyaya savaş açıldı. Seri saldırıların son durağı da 11 Eylül saldırıları oldu. Ama sonra başarı gelmedi. İşid de El Kaide’nin desteği ile doğdu ve onun yerine göz dikti. İçe kapalılık yerine açıklık ve genişleme stratejisi takip etti. İdeolojileri korku salmak, bunu bütün dünyaya ilan ederek göstermek ve nüfuz ederek genişlemekti. Onlar buna küresel cihat dediler.

YORUMLAR

  • 0 Yorum
Henüz Yorum Eklenmemiştir.İlk yorum yapan siz olun..

Son Yazılar