Küresel Güç mü yoksa Küresel sorun mu: ABD'nin son kozu, Nükleer Silahlanma (I)

Uzun bir süredir uluslararası sistem içinde ABD'nin faaliyetlerini takip etmekteyim. Bu bağlamda da Avrasya politikaları bağlamında bu yazıda arka planında ABD'nin olduğu bir dış politika analizi yapmayı düşündüm. Çünkü artık ABD'ye ve Ortadoğu merkezinde İsrail'e karşı içinde Türkiye'nin de bulunduğu güçlü bir ittifaklar kuşağının oluşmasına ciddi anlamda ihtiyaç var. Ancak burada kastettiğim ittifak karşı cephe değil, daha çok ABD'nin özellikle Trump dönemi ile çöküşe geçişine engel olmak.

 

Çünkü Obama döneminde belirsiz bir şekilde başlamış olan gerileme, günümüzde Trump yönetiminin acemice ve ufuk ötesi görüşten uzak dış politika uygulamaları sayesinde çok belirginleşmiş durumda.

Son on yıllık sürece kısaca göz attığımızda bu durum açık bir şekilde görülmekte. 2001 yılında Afganistan’da Taliban’ı yok etmek üzere atılan adımlar doğu ile batı arasında derin ve artık kapanmayacak bir nefret uçurumu yaratmış ve altı yıllık bir süreç içinde 1007’e gelindiğinde ABD hem ekonomik hem askeri ve hem de prestij bakımından çok büyük bir zarara uğramıştı. Zararın kapatılması ve içine düşülen bataktan çıkılması için bütün dünyayı şaşırtan bir açıklama gelmişti ABD’den. “Bazı konularda Taliban ile anlaşmak için masaya oturabiliriz”. Belki de bu son on yılın en önemli cümlesiydi. Çünkü çöküşün başlangıcını işaret ediyordu.

Ardından 2010 yılında Suriye krizi çıktı ve bu kriz ile beraber DEAŞ Suriye’yi yaşanmaz hale getirdi. ABD Irak ve Afganistan deneyimlerden bir ders çıkarmadan Suriye’de kendisi inisiyatif aldı ve bütün komşu ülkelere zarar verecek gelişmelere neden oldu. Bunların içinde de en önemlisi Türkiye’nin Suriye sınırı boyunca uzanacak PYD/PKK odaklı bir özerk yapı oluşturulması çabasıydı. Ancak Türkiye, İran, Irak ve Rusya göreceli işbirliği ile bu çabalar etkisiz kaldı. Özellikle Türkiye’nin muhteşem Fırat Kalkanı ve Afrin harekatları ABD ve onun kuklası olan cani bir terör örgütü (PYD/PKK) nün bütün hayallerini suya düşürdü.

Ancak ABD yeni inisiyatifler almaya devam etti. En son 2 Şubat 2018’de NPR (Nuclear Posture Review) olarak adlandırdığı yeni nükleer silahlanma konseptini ortaya koydu ve sonra da 1968’de imzalanmış olan NPT (Nüclear Nonproliferation Treaty) anlaşmasından çekildiğini açıklayarak NPR konsepti gereği nükleer silahlarını yenileyeceğini, geliştireceğini ve stratejik yaratma sistemini uygulayacağını ilan etti.

Bunun içinde savunmasını şu şekilde yaptı. ABD (6550) NPT gereği nükleer silah indirgemesinde büyük bir gayret içinde oldu. Ancak 1990 sonrasında Rusya mevcutlarını korudu ve geliştirmeye devam etti (6850). Çin (280) bu gücüne dayanarak Japonya ile itilaflı olan deniz ve adalarda sert hamleler yaptı. Kuzey Kore (15) bu gücünü sürekli bir tehdit olarak gösterme gayreti içinde oldu ve şimdilerde İran örtülü destek almaya devam ederek nükleer silah sahibi olmaya yöneliyor.

Halbuki mevcut tehdit daha önce de vardı ve Obama yönetimi 2010 yılında “New “Start” anlaşması ile nükleer gerginliği azaltmış ve ılımlı indirgeme modeli yaratmıştı. Ancak yeni yönetim tam tersi şekilde hareket etmeye ve nükleer realist bir yaklaşım ile küresel tehdidi en üst noktalara çekmeyi tercih etti.

Bu açık bir şekilde sertleşme ve nükleer güce sahip ülkelerin de benzer doktrin oluşturmalarına ve henüz bu güce sahip olmayan ve imkâna sahip olanların da kısa ve orta vadeli hedeflerine nükleer silahlara sahip olma isteğini doğuracaktır. ABD’nin aldığı kararın kısa bir analizi budur. ABD artık büyük bir gücün sorumluluğuna sahip değildir. Sorun alanlarında ılımlı ve sorunun iki tarafında bulunanların ikna edilmesi mantığı üzerinden hareket edilmesi yerine sert ve ittifaksız bir gövde gösterisi şeklinde bir hamledir ve bunun da sonunu büyük bir hüsran olacaktır.